Keloğlan Hikayeleri







                                       
KELOĞLAN VE MACUN MASALI

Vaktin birinde bir keloğlan varmış. Onun bir de kocakarı anası varmış.Kocakarı bu oğlanı hangi işe verse durmazmış.
Bir gün keloğlan padişahın kızını görür, ona aşık olur. Anasına gelir,` ana git bana padişahın kızını iste` der.
Anası da, `oğlum senin beş aran yok, hem bir işte güçte değilsin. Senin gibi bir kele padişah kızını verir mi ? `der .
O da `Elbet verecek.sen git hemen iste der.Kadın başa çıkamaz ne yapsın, kalkar saraya gider. Padişaha varıp,` Aman efendim benim bir oğlum var, her gün beni dövüyor, sizin kızınızı isterim diyor. Ben de artık dayaktan usandım. Beni ister öldür , ister as, ne yaparsan yap.` Der.
Padişah da, `Haydi oğlunu bana getir` der. Kocakarı kalkar eve gelir . keloğlan ne yaptın diye sorunca `padişah seni istiyor` der.
Keloğlan doğru padişaha gider. Padişah bakar ki, bir keloğlan.`Ben buna kızımı nasıl vereyim?` der ve oğlanı başından savmak için, `ben sana kızımı veririm ama dünyada ne kadar kuş varsa onları bana getirmelisin der. Keloğlan saraydan çıkar, düşünür , taşınır.`Şimdi ben bu kuşları nereden bulacağım`? ben bu işi yapamam. Sonra padişahta beni öldürür. Haydi kaçayım` der kendi kendine, başını alır gider.

Gide gide epeyce gider. Günlerden bir gün kırda gezerken bir dervişe rast gelir.
*


*

Derviş,`oğlum nereye gidiyorsun? Deyince,keloğlan başına geleni anlatır. Derviş ona,`Haydi filan yere git, orada büyük bir servi ağacı var, orada otur, ne kadar kuş varsa o serviye konarlar. Sen de macun dersin. O zaman hepsi o ağaçta yapışıp kalırlar. Onları topla padişaha götür deyince, keloğlan doğru dervişin yanına gitmiş. Ne kadar kuş varsa gelip serviye konar.Keloğlan bulnalrı görünce` macun` der, kuşlar ağaçta kalır. Sonra hepsini toplayıp doğru padişaha götürür.
Padişah bakar ki, keloğlan dediğini yaptı, o vakit keloğlana,` Haydi şu başının kelini iyi et, yine eskisi gibi başına saçın bitsin, ondan sonra gel sana kızımı vereyim` der.
Keloğlan saraydan çıkıp evine gelir. Birkaç gün evinde oturur.O ne yapayım diye düşünürken, padişah da kızını vezirin oğluyla nişanlar. Keloğlan artık gelmez diye düğün yapar. Keloğlan düğün olduğunu işitince hemen saraya gider. Padişahın kızı, vezirin oğluyla evlendiği gecede sarayın tavan arasına çıkıp saklanır. Onlar yattıkları vakit, keloğlan `macun` deyince ikisi birbirine yapışır.
Sabah olur, bakarlar ki,gelin ve damat odadan çıkmıyorlar. Saat dörde, beşe gelir .Bunlarda hiç kalkmak filan yok.Beriki gelir , kapının deliğinden bakayım derken, keloğlan macun deyince o da kapıya yapışır.Bunu görüp acaba ne oldu d diye yanına gelen, keloğlan `macun` dedikçe yapışır kalır. En sonunda,sarayın içinde kim varsa, birer birer hepsi kapı önüne geldikçe yapışır kalırlar.
Padişah bunları görüp `Acaba bu nedir? Nasıl iştir? Diye durup oturamaz. Birkaç adam çağırıp,`Haydi filan yerde bir hoca vardır, gidin gelsin, şunun çaresini bulsun` diyerek gönderdiği adamlar sokakta gezerlerken bir kasap dükkanına varırlar. Şuradan biraz et alalım diyerek dükkana girerler. Kasap da etleri gösterip` Şundan mı ? Bundan mı ? diyerek etleri tutup gösterirken, keloğlan `macun` diye bağırır hepsi etlere yapışıp kalırlar.
Padişah bekler, bekler bunlar nerede kaldılar diye canı sıkılır.` Bari ben gideyim` der. Sokağa çıkar. Giderken bakar ki, kasap dükkanın da etlere yapışmış olarak adamları duruyor. Padişah` Ben sizi nereye yolladım, siz burada ne geziyorsunuz? Deyince, `Biz gidiyorduk, biraz et almak istedik bilmem ne oldu, buraya yapıştık kaldık` derler.
Padişah` Aman Yarabbi bu nasıl iştir? Diye kalkar doğru hocanın evine gider.
Hoca padişaha derki:`Efendim sizin kızınızı bir keloğlan istemiş, siz de vermemişsiniz, o da size bu işleri yapmış.
Padişah` Aman hoca bunun çaresi nedir ? diye sorar.
Hoca da ` Bunun çaresi kızınızı keloğlana vermenizdir. Yoksa bundan kurtulamazsınız ` der.
Padişah sarayına gelir,. Keloğlanı bulmaları için adamlar yollar. Keloğlan bunu işitince, doğru evine gidip oturur. Padişahın yolladığı adamlar, şurası burası diyerek Keloğlanın evine gelirler. Keloğlan adamların geldiğini görünce anasına` Beni sorarlarsa burada yok, o çok vakitten beri kayboldu de` diye tembih eder.
O sırada adamlar kapıyı çalar. Kocakarı kapıyı açar. Onlar da,`Keloğlan burada mı ?` diye sorarlar. Kocakarı da `Burada yok. Bilmem nerededir.çok vakitten beri eve barka gelmedi derler.Kocakarı `oğullar bilmem ki nereye gitti. Eğer bana bin altın verirseniz, ben de gidip arar bulurum ` demiş.
Adamlar,`aman ninecim, sen git bul da, biz sana daha çok altınlar veririz` deyip, bin altını kocakarının avucuna sayarlar.
Birkaç gün sonra keloğlan saraya gider, padişahın yanına çıkar. Padişah, Keloğlanı görünce` Aman oğlum sen neredesin?Ben seni bu vakte kadar bekledim, gelmedin, neredeydin?` der.
Padişah vezirini çağırır. Keloğlana kızını nikah eder… O da yapıştırdığı adamlara,`çözül macun` der, yapıştıkları yerden kurtarır.
Vezirin oğlu yataktan kurtulduğu gibi, öyle bir kaçar ki, arkasından kimse yetişemez. Onlar da kırk gün kırk gece düğün yaparlar.
*

*
KELOĞLAN VE KOKULU ÇİÇEK MASALI

Bir varmış bir yokmuş, Allah`ın kulu çokmuş. Bizim keloğlan keleş oğlan her işi beleş oğlan bir gün yola çıkmış, yürümüş, yürümüş taaaa uzaklardan bir ses duyduğunu sanmış, etrafı şöyle bir dinlemiş önce ama bu sefer hiç ses duyulmuyormuş… Birkaç adım daha atmış,sonra tekrar durmuş, birkaç adım daha atmış, yine etrafı dinlemiş.Keloğlan iki adım atıyor, sonra etrafı dinliyormuş bir ara `güüm` diye bir ses duymuş, korkudan yüreği hop hop atmaya başlamış. O gün akşama kadar bu sesleri gürültüleri kovalamış durmuş. Ama hiçbir sonuca ulaşamamış. Duyduğunu sandığı bir şeyler varmış ama istediği zaman onları duyamıyormuş. Bizim Keloğlan akşam yatmış, sabaha kadar tavana dikmiş gözlerini, kulaklarını iyice açıp etrafı dinlemiş durmuş. Sabah namazına kalkan annesi keloğlan`ının yanına gelip

-Ne diktin gözlerini tavana, kel oğlum keleş oğlum ? diye sormuş.

Kel oğlan sessizce bakınıp, `anacığım bir ses duydun mu ? diye sormuş. Kadıncağız şöyle bir etrafı dinlemiş, hiçbir ses duyamamış

- Yoo ben hiçbir şey duymuyorum, demiş. Keloğlan ayağa kalkıp, ciddi ciddi ortalıkta dolaşmaya başlayınca, annesi telaşlanmış ` Kel oğlum keleş oğlum delirdi. Kel oğlum keleş oğlum aklını yitirdi diye bağırmaya başlamış, koşup komşulardan yardım dilemiş. Komşular bir anda eve doluşmuşlar, hepsi keloğlan gibi etrafı incelemeye koyulmuşlar.En sonunda hiç biri bir ses duyamayınca evlerine gitmişler.
Bu böyle günlerce sürmüş,keloğlanın sesler duyduğu herkese duyurulmuş. Günlerden bir gün bir adam gelmiş, keloğlanın kulağının içine bir şeyler söyleyip gitmiş. Herkes merak içindeymiş, sormuşlar;

Keloğlan gülmüş.

- Meslek sırrı a canım demiş, meslek sırrı.

Günler günleri kovalamış, bir gün kralın etraftaki sesleri dinleyip durduğu haberi etrafa yayılmış, her kim ki, kralı iyileştirecek onun her istediği gerçekleşecekmiş. Keloğlan kralın yanına gitmiş, eğilip kulağına bir şeyler söylemiş. Kral ondan sonra etrafı dinlemekten vazgeçmiş. Sormuşlar keloğlana bunun sırrı ne diye ?

- Hiiç demiş, ne sırrı olacak bunun, kulağına eğilip, yok bir şey yok hepsi hayal dedim, bitti sesler filan… Keloğlan kraldan kızını istemiş o da vermiş, herkesin dilekleri yerine gelmiş.
- Ne dedin de vazgeçti etrafı dinlemekten..





KELOĞLAN VE ÇİLLİ TAVUK MASALI

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, uzak ülkelerden birinde bizim keloğlan yaşarmış. Keloğlan kelmiş, keleşmiş ama özellikleri pek bir güzelmiş. İnsanlarla ilgilenir,arkadaşlarına iyi davranır, hayvanları sever fakat çalışmaktan pek hoşlanmazmış. Anası ona ne zaman bir iş buyursa bir bahane uydurur, anası kızınca da oraya buraya saklanır dururmuş.Günlerden bir gün evin kapısının önünde uyuyup dururken küçük bir çocuk yanına yaklaşmış:

- Hişt keloğlan, keleşoğlan, annesini üzen oğlaaannn, diye bağırmış. Keloğlan hemen arkasını dönmüş, uykusuna devam etmiş ve bir rüya görmeye başlamış. Rüyasında uzun bir yolda yürüyormuş, yürürken önce bir tavukla karşılaşıyormuş, tavuk;

- Ah keloğlan bir bilsen başıma gelenleri, ne desem ne etsem bilmiyorsun olup bitenleri önce sana anlatayım istersen diyerek, tilkilerin kendi kümesleri önünde nasıl gezdiklerini anlatmış durmuş. Keloğlan tam ona yardım etmek isterken, uyanmış… Uyanmış bir de ne görsün, onların evindeki çilli tavuk tam göbeğinin üstünde oturmuyor mu ? Onu kanatlarından tutmuş hemen koşturup kümesin içine koymuş. Çilli horoz neye uğradığını şaşırmış ama keloğlan rüyanın etkisinde olduğu için tilkinin çilli tavuğu götüreceğini düşünmüş.

Birkaç gün sonra aynı rüyayı gören keloğlan kümesteki tek tavukları olan çilli tavuğu alıp, kendi yatağında yatırmaya başlamış. Anası bu işe pek kızmış, ne işi varmış tavuğun yatakta, adam gibi kümese koysaymış ya. Keloğlan gözlerini ne zaman kapasa tilkinin çilli tavuğu kaçırdığını görüyormuş. En sonunda bakmış ki olmayacak, tilkiyi ziyaret etmeye karar vermiş. Tilki bizim keloğlanı görünce çok sevinmiş, onu yuvasına davet etmiş, bizimki tilkinin yuvasına girmiş bir de ne görsün, bütün köyün kümeslerinden çalınan tavuklar tilkinin orada değil mi ? Görmüş ama görmemezlikten gelmiş… Tilki her zamanki gibi bir plan peşindeymiş ama keloğlanın aklının ne kadar çabuk çalıştığını hesaba katmamış. Tilkinin yuvasında biraz oturan keloğlan izin istemiş ama tilki ona izin verir mi hiç ? Onun planı keloğlanı da bir kafese kapatıp yemekmiş. Keloğlan önce bir hoplamış, duvarda asılı duran meşaleyi alıp kendi kel kafasına tutmuş, buna bakan tilkinin gözleri kamaşmış, keloğlan bu sırada oradan uzaklaşmış. Tilki onu elinden kaçırdığı için mutsuz, keloğlan ise kahkahalar atacak kadar mutlu kaçarak uzaklaşmış. Daha sonra köylerde tavuğu çalınan ne kadar köylü varsa onları toplayıp gelmiş, köylüler o kadar sinirlilermiş ki, bizim tilki evini barkını bırakıp kaçmış. Bir daha da onu oralarda gören olmamış.

KELOĞLAN VE KUYUDAKİ DEV MASALI

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir kasaba varmış. Bu kasabanın kenar mahallelerindeki bir kulübede, çok fakir bir keloğlan ile ihtiyar annesi yaşamakta imiş. Keloğlan çok akıllı ve becerikli olmasına rağmen çalışmaktan hoşlanmaz, tembel tembel evde oturmayı, ne buldu ise yiyip, içmeyi ve uyumayı severmiş. Tembel mi tembel, saçsız kafası ile de çok çirkin olduğu için herkes ona keloğlan dermiş. Keloğlanın ihtiyar annesi ise el çamaşırı yıkar, hem kendini, hem de tembel keloğlanı beslemeğe çalışır, zorluklar içinde geçinirlermiş.Her nasılsa Keloğlanın canı çarşıya çıkıp dolaşmak istemiş. Bir de bakmış ki, uzakta bir kalabalık var. Kalabalığın ortasında bir adam bağıra bağıra bir şeyler söylüyor. Kalabalıktaki insanlarda onu dinlermiş. Bizim Keloğlanda kalabalığa sokularak bu adamın dediklerini dinlemiş. Adam meğer şehrin tellallarından biriymiş. Keloğlanın dinlemekte olduğu tellal şöyle demekteydi.

-Ağır bir iş için bir adama ihtiyaç vardır. Bu işi görecek adama yüz altın verilecektir. Talip olacak kimse varsa ortaya çıksın….
Keloğlan etrafta toplanan kalabalıktan ses seda çıkmadığını görünce ve bu işin sonunda yüz de altın verileceğini öğrenince tellala:
-Bu işi ben yaparım, yalnız bu yapılacak işi hemen bana söyle, demiş.

Tellal Keloğlanı şöyle bir süzdükten sonra, gözü tutmamış olacak ki:
-Oğlum, sen bu işi yapamazsın, iş çok zordur. Bunu ancak akıllı, becerikli ve cesur adamlar başarabilir. Ben bunları sende göremiyorum, deyince; Keloğlan:
-Ummadığın taş baş yarar. Ben bu işi başarırım, diye cevap vermiş. Etrafta toplanan kalabalıktan alaylı gülüşmeler yükselmiş. Bu sırada tellal onun biraz da fakir haline acıyarak:

-Pekala oğlum…Madem ki kendine güveniyorsun sana şimdi yapacağın işi tarif edeyim…Uzak bir ülkeden mal getirmeye gidilecek… Yolculuk at sırtında olacak, ama sen bu yolculuğa katlanabilecek misin?.. diye sorunca.

Keloğlan:
-Ben yaparım dediğim her şeyi yaparım. Elbette katlanırım, karşılığını vermiş.

Tellal:
-Madem ki bu kadar güvenin var, bende sana bu işi veriyorum…Paranı şimdi mi, yoksa dönüşte mi istersin? Keloğlan da:
-Şimdi verinde birazı yanımda bulunsun, geri kalanını anneme harçlık bırakırım, der.
Bu şartlarla anlaşmaya varan Keloğlan sevinçle annesine koşarak durumu anlatır ve
yanındaki parayı annesine bırakarak veda edip yapacağı işe gider.

Toplantı yerine gelen Keloğlan, yolculuğun hazır olduğunu ve kafilenin kendisini beklemekte olduğunu görür. Kafile başkanı Keloğlana hazır olup olmadığını sorar. Hazır olduğunu öğrenince küçük kafile hemen atlara binerek yola koyulur… İki gün durup dinlenmeden yol alırlar. Üçüncü gün Keloğlanın at sırtındaki yolculuktan vücudunun her tarafı ağrımaya başlar. Ama verdiği sözü ve aldığı parayı düşünerek sabırla yola devam eder. Artık akşam yaklaşmıştır. Kafile başkanı mola için kervanı durdurur. Keloğlan biraz dinleneceği için sevinmiştir. Ama bu sevinci çok sürmez. Atlar bağlandıktan sonra kafile başkanı kendini çağırır. Keloğlana der ki:

-Keloğlan, şurada bir kuyu görüyorsun…
-Evet, der bizim Keloğlan.
-İşte şimdi, o kuyuya ineceksin… Korkmazsın değil mi?…
Keloğlan kuyunun yanına gider bir sağına, bir soluna ve eğilip içine bakar, kafile başkanına dönerek:

-Ne var bunda korkacak, elbette inerim. der. Keloğlan korksa bile korktuğunu belli etmemeğe çalışarak kuyuya inme hazırlığına başlar. Etrafını saran yol arkadaşları Keloğlan’ın beline kalın bir ip bağlarlar, kuyuya sarkıtırlar.

Keloğlan kuyunun yarısına gelince sağ tarafında karanlıkta aniden bir kapı açılır. Adamın biri Keloğlan’ı kucakladığı gibi bu kapıdan içeri çeker… Neye uğradığını anlayamayan Keloğlan kendine gelince, bir de ne görsün!.. Geniş bir bahçe ve bu bahçenin ortasında büyük bir saray durmuyor mu?.. Sarayın bahçesinde güllerin arasında Dünya güzeli bir kız oturmuş, arkasında bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iri ve koyu siyah renkte bir zenci ayakta durmakta. çiçeklerin arasında bir tavus kuşu dolaşmaktadır. Şaşkınlıkla bunları seyre dalan Keloğlan birden arkasında gürleyen bir sesle aklı başından gider. Dönüp bakınca, ne görsün?… Koca bir dev. Arkasında durmuyor mu!.. Dev korkunç bir sesle:

-Eyyyy, adem oğlu!… Söyle bakalım, şu gördüklerinden hangisi daha güzel?..
Keloğlan korkudan tir tir titremeğe başlar. Ne cevap vereceğini şaşırır ama, biraz sonra aklı başına gelir ve biraz düşündükten sonra:
-Gönül neyi severse güzel odur sultanım, der.

Dev, aldığı cevaptan memnun gibi görünür ve Keloğlan’a tekrar sorar.
-Şu kız çok güzel, şu tavus kuşu çok hoş ama, şu zenci çok çirkin, çok kötü!.. Buna ne dersin?..
Keloğlan artık ilk şaşkınlık ve korkudan kurtulmuştur. Yine cevabı yapıştırır:
-Gönül neyi severse, güzel odur sultanım, diye tekrar aynı cevabı yapıştırır.
Aldığı cevaptan çok hoşlanan dev, Keloğlan’a:

-Aferin, sen akıllı bir çocuğa benziyorsun diye Keloğlan’a hemen yanındaki, ağaçtan kopardığı üç tane büyük narı verir. Ve:
-Al bu narları. Dönüşte annenle birlikte yersin, diyerek Keloğlan’ın yanından ayrılmış.

Meğer Dev, her kuyuya inen insana bu soruları sorar fakat, bir türlü istediği akıllıca cevabı alamayınca çok kızar, hemen kellesini uçurur, sonra da etlerini yer, kafatasını sarayın duvarlarına asarmış. Böylece kuyuya inenlerin çoğu, Dev’in bu soruları karşısında kimi kız güzel, kimi tavuskuşu diye Dev’e cevap verirlermiş. Bu cevaplardan memnun kalmadığı için kuyuya inen bir daha yukarı çıkamazmış. Dev’in yanından ayrılan Keloğlan tekrar çıkış kapısına gelip yukarı nasıl çıkacağını düşünürken birden yukardan, su almak için sarkıtılmış bir kovanın kendisine doğru geldiğini görünce, Keloğlan hemen bu kovadan tutarak yukarı çıkar.

Keloğlan’ı sapasağlam yukarı çıktığını gören arkadaşları, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, gözlerine inanamazlar ve birbirlerine bakışırlar. Zira kervancılar bu kuyudan su almak istedikleri zaman her seferinde Dev’e bir insanı kurban vermeleri adetmiş. Yol arkadaşları onu böyle sapasağlam, güler yüzlü görünce tabii şaşkınlıktan kendilerini alamamışlar. Kafile başkanı merakını yenemeyerek Keloğlan’a:

-Şimdiye kadar bu kuyuya salladığımız adamlardan hiçbiri geri dönmemiştir. Sen nasıl oldu da bu kuyudan sağlam çıktın evlat?…
Keloğlan güler yüzle şu cevabı verir:

-Nasıl çıktıysam çıktım.. Çıktım ya!… Siz ona bakın.
Yeniden kafile yola koyulmuş. Varacakları o uzak ülkeye varmış.Atlara malları yükleyerek memlekete dönmüşler.

Keloğlan elindeki Nar’ları sevinçle evine dönünce, annesi yine her zamanki gibi, el çamaşırı yıkamakta bulur. Annesi de oğlu geldiği için sevinmiştir. Yemekler yenir.Yemekten sonra da Keloğlan, Dev’in verdiği Nar’lardan birini çıkarıp yemek için ikiye böler. Bir de ne görsün? Dev’in verdiği Nar tanelerinin her biri meğer çok kıymetli birer mücevher değilmiymiş… Bunun değerini anlayan Keloğlan, zaman zaman bunların her birini azar azar satmış.. Ve Keloğlan öylesine zengin olmuş ki, artık ne kelliği kalmıştır, ne de çirkinliği, ne de annesinin çamaşırcılığı. Mutlu bir hayata kavuşmuşlar..

KELOĞLAN VE SİNCAP MASALI

Bir zamanlar bir köyde bir kadın ile oğlu Keloğlan yaşarmış. Fakirlikten, açlıktan perişan durumdalarmış. Bazen evde yiyecek hiçbir şey bulunmaz, oğul Keloğlan sepeti alır eline düşermiş ormanın içine. Biraz mantar toplar getirirmiş anasına pişirmesi için.O gün yine sıkıntılı bir günmüş. Hava sisli ve yağmurluymuş. Keloğlan yine ormana gitmiş. Başlamış mantar toplamaya. Biraz da kendi yemiş. Sonra dinlenmek için oturmuş koca bir ağacın altına.Başını kaldırınca bir sincap görmüş, öylece oturup duruyormuş. Keloğlanı görünce birden daldan inmiş sincap ve ağlamaya başlamış. Kucağına almış keloğlan sincabı, öpmüş, sevmiş sakinleştirmeye çalışmış. “Aaaah, ah” demiş sincap, “Senin gibi bir arkadaş bulamadım şimdiye kadar.”Kendisi de dertlenen Keloğlan fakirliğini anlatmış sincaba. Çok acımış sincap onun haline, “gel sana bir iyilik yapayım” demiş.Saatlerce yürümüşler ve sonuçta orman bitmiş uzakta kayalıklar görünmüş. Sincap, “Oraya git, seni keklikler karşılayacak sana üç soru soracaklar doğru bilirsen ne kazanacağını görürsün” demiş.Gerçekten de Keloğlanı keklikler karşılamış. Kraliçe keklik “sana üç sorumuz var, bilirsen iki küp altın alacaksın” diye konuşmuş.“Sorun” demiş Keloğlan. Bir kiraz ağacını gösteren kraliçe keklik “O ağaçta kaç kiraz var söyle bakalım” diye sormuş.

“Onu bilmeyecek ne var, sesin altın tüylerinin sayısı kadar.” Nereden bildiğini sorunca da “say da bak” demiş.Türkçenin Tarihi, Orhun Abideleri, Anlatım Bozuklukları, Cümlenin Öğeleri, Yazım ve Noktalama, Türkoloji Makaleleri, Edebiyat Nedir?, Alfabelerimiz, Atasözleri, Bulmacalar, Edebi Sanatlar, Sınav Soruları, Kpss, Oks, Öss, Bunları Biliyor musunuz?, Özlü Sözler, Güzel Sözler, Türkçe, Edebiyat, Masallar, Destanlar, Astroloji, Roman ÖzetleriDoğru kabul etmişler bu yanıtı.
İkinci soru “Dünyanın tam ortası neresi” biçimindeymiş. Bunu da “Tam senin ayağını bastığın yer” diye yanıtlamış Keloğlan, “inanmıyorsan ölç de bak!”Bu da doğru kabul edilmiş.

Son soruda ise eline iki tane ceviz alan kraliçe “hangisi daha ağır bil bakalım” demiş.

“Suya daha fazla batan ceviz daha ağırdır” diye yanıtlamış Keloğlan.Bu da doğru kabul edilince iki küp altın verilmiş kendisine.Koşa koşa evine dönmüş Keloğlan altınları anasına teslim edip hemen sincabı aramaya başlamış. Sincabı bulunca onu yine ağlar bulmuş, “Ben” demiş sincap, “Aslında padişahın kızıyım. Fakat bana büyü yapıldı ve bu hale geldim.”Ona yardımcı olacağını söylemiş Keloğlan. Ancak sincap “Çok zor” demiş, “Kafdağı’na gideceksin, bir ejderhanın olduğu mağaradan zümrüt suyunu alıp getireceksin.”Kasabadan keskin bir kılıç alan keloğlan Kafdağı’na varmış. Mağaranın ağzında bekçilik yapan dev yılanları kılıcıyla kesmeye başlamış. Yılanların çıkardığı sesi duyan ejderha mağaradan çıkıp aşağılara doğru inmeye başlamış. Bunu fırsat bilen Keloğlan mağaraya girip zümrüt suyunu getirdiği şişeye doldurmuş.Koşarak sincaba dönen Keloğlan’ı sevinçle karşılamış sincapcık. Zümrüt suyunu içer içmez de dünyalar güzeli bir kız olmuş. Birlikte kızın padişah babasının sarayına gitmişler. Padişah da durumu öğrenince bir deve yükü altın armağan etmiş ona. Anası ile ömürlerinin sonuna kadar sıkıntısız, mutlu bir yaşam sürdürmüş Keloğlan ile anası da…


KELOĞLAN VE VEFASIZ ARKADAŞI MASALI

Bir varmış, bir yokmuş, hem de Allahın kulu çok­muş, bu kullardan biri de herkesin adını sanını işittiği bizim ünlü Keloğlanmış.Keloğlan`ın bir arkadaşı varmış. Adı Hüsemmiş. Yedikleri içtikleri bir gidermiş. Çok samimi imişler. Böyle imiş ama Hüsem aşırı derecede kıskanç ruh­lu biriymiş. Bir gözünü diğer gözünden kıskanırmış ve çok da çekemez bir yapısı varmış…Keloğlan o kadar masum, o kadar safmış ki, ca­nım ciğerim diyerek sevmekte olduğu Hüsem`in bu çok çirkin huyunu bilmezmiş. Kendisi gibi bilirmiş. Anası ile çok fakir bir hayatı varmış. Ama artık, bu hayatı çekemezmiş .. Gurbet ellere çıkıp iş bulmakmış amacı bundan böyle. Fakat, tek başına gidemezmiş, çünkü hiç gur­bete çıkmamış. Bu yüzden arkadaşı Hüsem`e açmış fikrini. O da münasip bulmuş ve beraberce çıkmaya karar vermişler. Keloğlan anasının elini öpmüş, tam evden çıkacakken, anası, kuruş kuruş biriktirdiği bir miktar para­yı, oğlunun avucuna sıkıştırmış ve iyice tembih etmiş: “Ey benim saf oğlum, dünyalar çiçeği çocuğum. Bilirim ben seni, birlikte olduğun arkadaşına dikkat et. Herkesi kendin gibi saf ve temiz sanma. Yoksa, başın çok ağrır. Gurbete ilk defa çıkıyorsun. Ne hain ol, ne de hainliğe uğra. Hadi uğurlar ola, kara talihin açık ola. Yalnız, çok bekletme beni, gözlerimi yollarda koma emi!” Hüsem`le köy dışında buluşan Keloğlan, azık torbaları ellerinde kara gurbet yollarına çıkmışlar. Gitmişler gitmişler, bir yere gelip oturmuşlar. Karınları da çok acıkmış. Oturup azıklarını yemişler bir güzel. “Ya bismillah” diyerek, yeniden yollara revan olmuşlar. Dağ, dere, tepe aşıp bir kasabaya girmişler. Karınları yine çok acıkmış, ama azıkları bitmiş. Hüsem, Keloğlan`ın parası olduğunu bilirmiş, ken­disinin de varmış parası elbette ama, bunu O`na hiç söylememiş. Hüsem, kendisine acındırır bir ruh haliyle, şöyle demiş: “Keloğlan gardaşlığım, yoktur beş param, varsa olsun haram. Açlıktan bir hal olduk, yolumuza yürü­mekten aciz kaldık. Yap bana bir iyilik. Fırından koca birer somun alalım, açlığımızı bastıralım”.Çok yufka yürekliymiş ya Keloğlan, doğru girmiş fırına iki somun ekmek ve biraz helva alıp çıkmış. Bir çeşme başına varıp, güzelce karınlarını doyurmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler, altı ay bir güz gitmişler. Karınları öyle acıkmış ki, mideleri gurul gurul edermiş. Ama, Keloğlan`ın parası tükenmiş. Arkadaşında da olmadığını sanıyormuş: “Yahu demiş Keloğlan, kaldık beş parasız, ne olacak bizim halimiz?” O kadar aç gözlüymüş ki Hüsem, hâlâ, cebinde parası olmadığını söylemekteymiş, varsa kuşkusunu tamamen yok etmek için arkadaşının. Karınlarına taş bağlayıp yollarına devam etmişler. Bir yokuşa yukarı çıkarken, bayılıp düşmüşler açlıktan. Bir süre öylece kalmışlar. Biraz ham erik yemişler ve tekrar yürümüşler. Büyük bir ormanlığın yanına gelmişler. Birden bi­re etraflarının eşkıyalar tarafından sarılması ile neye uğradıkların anlayamamışlar. Ama, Hüsem çok daha fazla korkmuş, çünkü, tüm foyası şimdi ortaya çıka­cakmış. Parasını eşkıyalar alacakmış. Pos bıyıklı eşkıyanın biri, yüksek sesle emir vermiş. “Heey, Keloğlan, önce sen çıkar bakayım altın­ları, paraları!”Kendinden emin bir şekilde, söylenmiş Keloğlan. “Yok param, yalansa ölsün anam, ister inan ister inanma, yalnız kötülük yapma bana!” Eşkıya, hiç inanır mı? Tutmuş kulağından, çekiştire çekiştire, “Ulan”, demiş “süt çocuğu, kel kafanı koparırım bak. Beni zorlama,çıkar dök şuraya, üstündekileri”. Bizimki pek neşeliymiş. Nasıl olsa bir şey bulamayacaklarmış. Hiç ciddiye almazmış gibi bir eda içindeymiş. Buna sinirlenen eşkıya, kuşak altlarını, iç ceplerini, çarığının içini bile aramış Keloğlan`ın, tabii hiçbir şey bulamamış... Keyifli keyifli gülmüş Keloğlan, “Demedim mi ben size, anacığımın verdiği üç beş kuruşum vardı. Yolda bitirdim. İnanmazsanız Hüsem’e sorun”. Haramibaşı, çirkin bir kahkaha atmış. “Yok anasının gözü, kim kimin şahidi ulan? Dazlak kafanı yüzerim ha... Peki, şimdi çok sevgili arkadaşını görelim bakalım”. Hemen savunmaya geçmiş Keloğlan, “O zavallıyı da boşuna aramayın. Yoktur beş parası, gözlerine baksana kör talih karası”. Hüsem, asıl şimdi çok daha perişan hale düşmüş. Bu çok sevgili arkadaşına yalancı çıkmak, haramilerin yapacağı kötülükten daha fazla üzmüş kendisini. Buna rağmen, yalan söylemekten geri durmayan Hüsem, “Ben de Keloğlan`dan nafakalandım. Yoktur pa­ram, varsa olsun haram”. Fakat haramibaşı, yutmamış. Çünkü, bu oğlan, hiç de Keloğlan gibi saf görünmüyormuş. Bed bed ba­ğırmış, “Ulan” demiş “Ananın sütü daha ağzında kokuyor, bir de bize yalan söylüyorsun. Ben ararsam fena olur. En iyisi mi, dök şuraya paraları”. Hâlâ direnirmiş Hüsem, “Arayın şu çarpık oğlanın üstünü”, diye emir ver­miş Haramibaşı. Hemen aramışlar ve gömleğinin iç cebinden epey para çıkmış. Tabii yüzü gözü kıpkırmızı olmuş utancından, korkusundan. En çok, arkadaşının yalanını anlamasından, yerin dibine girmiş sanki... Çok sinirlenen eşkıyalar, öyle bir girişmişler ki Hü­sem`e, ağzı burnu kanamış. Yüzü gözü morarmış dayaktan. “Hadi defol, cehennem ol buradan”, diyerek kovmuşlar. Keloğlan, korkusundan tir tir titrermiş. Acaba, kendisini de dövecekler miymiş?

Yalvaran bir dille şöyle demiş, “Etmeyin eylemeyin, beni öldürmeyin! Bırakın gideyim yoluma, kavuşayım garip anama”.

Fakat haramibaşı, hiç de sandığı ve korktuğu gibi konuşmamış. Şöyle demiş, “Sen, çok temiz ve safsın. Yalan söylemedin bize. Biz senin gibi harbileri severiz be Keloğlan. Dünyalar Keloğlan`ın olmuş. Eşkıyaların başı, “Şimdi sana bir yer tarif edeceğim”, diye devam etmiş konuşmasına, “Bak, şu tepeyi görüyor musun; hah işte o tepeye çık, sağ tarafa bakınca, büyük bir mağara göreceksin. Mağaraya in, sağ köşesinden itibaren otuz metre kadar ileride büyük bir taş göreceksin. Üzerinde dev resmi vardır. O taşın altını kaz, altın bulacaksın”. Eşkıyalara dünyalar dolusu teşekkür edip hemen yola çıkmış Keloğlan. Tepeye tırmanıp, zirveye ulaşmış. Şöyle bir bakınmış, söylenen mağaraya doğru gitmiş. Kısacası üzerinde dev resmi bulunan taşın yanına varmış. Etrafına bakınmış, kimseler yokmuş. Sivri bir taşla taşın altını oymaya başlamış. Çok fazla yorulmadan bir testi altın bulmuş. “Şükür şükür, buldum altını, mutlu edecem anamı, doğruluğumun gördüm ödülünü” diye diye yürümüş gitmiş. Türküler söyleye söyleye evine doğru gelirken anası onu görmüş. `Acaba niye erken döndü` diye geçirmiş içinden. Keloğlan, çil çil altınları annesinin gözleri önünde dökmüş. Kadıncağız o kadar sevinmiş ki düşüp bayılmış. Biz, bakalım Hüsem`in maceralarına. Hüsem, nice memleketleri dolaşmış, işe girmiş, işten çıkmış, ama bir türlü para biriktirememiş. Gurbetlerden dönmüş köyüne. Köyün girişinde kulaklarına davul zurna sesleri gelmiş. Seslerin geldiği yöne doğru bakmış. Bir kocaman konak ve önünde büyük bir kalabalık varmış. Hızlı hızlı o kalabalığın bulunduğu yere doğru yürümüş. Bir de ne görsün. Keloğlan`ın eski evinin yerinde kocaman bir konak. Şaşkınlıktan deliye dönmüş. Bu olacak iş miymiş? Acaba rüya mı görmekteymiş?
Varmış, birine şöyle sormuş, “Ne var bugün burada, bu kalabalık neyin nesi?” Adam, “Keloğlan, köyün fakir ailelerinin çocuklarını sünnet ettiriyor” demiş. Bu duyduğu haber karşısında, tuz yemiş keçiler gibi yalanmaya başlamış, inanamamış. Kıskançlık damarları kabarmış ve yine sormaya devam etmiş. “Yahu” demiş, “Hadi bu şöleni anladık diyelim, peki şu konak da neyin nesi? Benim bildiğim burada zavallı bizim Keloğlan`ın fakir anası ile oturduğu kötü bir ev vardı. Yanılıyor muyum yoksa?” Adam, “Yoo”, demiş, “hiç de yanılmıyorsun”. Hayret dolu bakışları, adamın da şaşkınlaşmasına sebep olmuş ve sürdürmüş konuşmasını adam, “Gördüğün gibi konak üç katlı. Bir katında anası ile kendisi oturuyor Keloğlan Bey`in. Öteki katta ise köyün hocası oturuyor. Hem de burada çocuklara ders veriyor. Üçüncü kat ise, misafirhane. Köyümüze gelen yabancılar, burada kalıyorlar. Bitmedi demiş adam, daha bitmedi. Az aşağıda yeni bir bina daha yaptırıyor. Orayı da yetim ve sahipsiz hastalara ayıracak. Senin anlayacağın Keloğlan, artık hepimizin beyi, hepimizin babası oldu”. Hüsem`in kıskançlık damarları çatlamış ve düşüp bayılmış. Herkes koşarak Hüsem`in olduğu yere gelmiş. Tabii, Keloğlan da gelmiş ama arkadaşını tanıyamamış. Neden mi? Çünkü, çok zayıflamış, adeta iskeleti çık­mış. Üzerine su dökerek Hüsem`i ayıltmışlar. Fakat, sağ tarafına felç vurduğu için yerinden kalkamamış. Kimse sahip çıkmamış Hüsem`e. Keloğlan, “Konağın bir odası boş, oraya götürün” demiş, “Bakarız çaresine”. Kısa zamanda özürlüler evinin inşaatı bitince, Hüsem oranın ilk sakini olmuş. Bu arada epey düzelmiş Hüsem, sadece sağ kolu tutmazmış. Keloğlan`ın eline düşmekten dolayı gururu incinmiş ama, ekmek elden su gölden kabilinden böyle rahat bir ortamı da terk etmek istememiş. O nedenle, kendisinin tanınmaması için, her şeyi yapmış. Bir yabancı rolü oynamış. Fakat, kendisinin cıs cıbır olup da, daha düne kadar fakir biri olan bu arkadaşının, böyle servete kavuşmasını bir türlü hazmedemiyormuş. Hep bir hainlik düşünürmüş. Keloğlan görkemli bir düğün yaparak çok ünlü bir beyin kızıyla evlenmiş. İsmi Gülşah olan bu hanıma, özürlüler Gül Abla derlermiş. Çünkü, bir anne gibi onları ziyaret eder, hallerini hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını karşılarmış. Hüsem, Keloğlan`a karşı artık ciddi bir düşmanlık beslemeye başlamış. Kendisinin bir çulu bile yokmuş ama, arkadaşı hem zengin olmuş, hem de güzel bir kızla evlenmiş. Bunları düşündükçe erim erim erirmiş. Mutlaka, bir kötülük yapmak için, fırsat kollarmış. Günün birinde Gülşah, özürlüleri ziyarete gelmiş. Her birine güzel hediyeler vermiş, nasıl olduklarını sormuş, morallerini tazelemiş. Tam kapıdan çıkacakken, ayağı kayıp yere düşmüş ve ayağı kırılmış. Keloğlan bu olaya çok üzülmüş, hanımı ile birlikte yatakta yatmış. O kadar çok severmiş ki Gülşahı’nı. Yine böyle bir gecenin birinde, karısının inlemeleri sırasında, canı çok sıkılmış ve öteki odaya geçmiş. Tam bu sırada, nur yüzlü ihtiyar bir zat durmuş karşısına. Ağır ağır şunları söylemiş: “Hey merhamet abidesi Keloğlan, eski bir arkadaşın hanımına bu kötülüğü yapan”. Böyle demiş ve kaybolmuş nur yüzlü adam. Keloğlan`ı almış bir düşünce. Kim olabilirmiş bu eski arkadaşı? Gece düşünmüş, gündüz düşünmüş, işin içinden çıkamamış. Oğlunun bu kadar düşünceli olmasından ciddi derecede rahatsız olan anası, şöyle demiş: “Ah benim fakirken zengin olan oğlum, ah be­nim kendisi saf, talihi ak oğlum, hanımının düşmesine sebep olan, senin eski arkadaşın Hüsem olsa gerek”. Keloğlan, bu söze gülmüş, “A benim tatlı anacığım, Hüsem, şimdi kim bilir nerelerdedir. Benimle birlikte gitti ve bir daha dönme­di. Anası ısrar etmiş, “Yok oğlum yok” demiş, “Sen hele şu hastaların özürlülerin aslını, esas adlarını, kim olduklarını bir araştır. O zaman gerçeği göreceksin”.Fakat Keloğlan’ın aklı hâlâ bunu almazmış. Ama, anasının dediğini yapmayı kafasına koymuş, gitmiş özürlülerin bulunduğu binaya.Gururuyla oynamadan tümünü sorguya çekmiş bey olarak. Sıra gelmiş Hüsem’e.Hüsem her ne kadar rol yaptıysa bile, Keloğlan ta­nımış. Ama, hiçbir şey dememiş bu konuyla ilgili ola­rak. Önce gerçekten emin olmak için Hüsem`e sormuş: “Senin adın ne?” “Cemal”, demiş Hüsem. Kafasını kaşımış Keloğlan: “Bir yanlışın yok değil mi?” demiş tekrar. “Yoo”, diye cevaplamış Hüsem, “Cemal`im ben”. “Peki nereden geldin buraya, o sünnet şöleni günü, ne işin vardı buralarda?” diyerek iyice işin aslını öğrenmek istemiş. Sesine bir gariplik vererek konuşmuş Hüsem, “Ben bir garibim. Kimim kimsem kalmadı dünya­da. Memleketimde iftiraya uğradım. Canımı zor kur­tardım. Böyle diyar diyar dolaşıp dururken, sizin kö­yünüze uğradım. Gerisini biliyorsunuz. Sinirlenmiş Keloğlan, o kolay kolay sinirlenmeyen Keloğlan. “Peki” demiş “Sen o gün Gülşah`ı düşerken gördün mü?”. “Tövbe tövbeeel Yine iftiraya uğrayacağım gali­ba!” diye söylenmiş Hüsem. Bu konuşmaları başından beri dinleyen bir özürlü, dayanamamış, “Beyim demiş, “Beyim bu genç bal gibi yalan söylüyor. Nereden mi bilmekteyim? Gülşah abla, buraya her gelişinde bu gence bir şeyler oluyor. Devamlı takip ediyor. Geçen gelişinde de takip etti ve tam kapıdan çıkarken elindeki sabunu geçeceği yere koydu. Gülşah Abla da düştü ve ayağı kırıldı. Hem gerçek adının Hüsem olduğunu, burada birine söylemiş. Bu huysuz ve hain oğlan baştan ayağa yalancı beyim...” Keloğlan`ın aklı karışmış. Bu ihaneti, kendisine nasıl yaparmış? Bir türlü içine sindirememiş. Buna artık dayanma gücü kalmayan Keloğlan, Hüsem`i kovmuş ... Hüsem, utancından köyünde de duramamış ve almış başını gitmiş. O gün bu gündür hala nerede olduğunu bilen yokmuş.



KELOĞLAN'IN SAZI MASALI

 Bizim bilmediğimiz çok eski olmayan zamanların birinde, köylerden şirin mi şirin bir köyde, yaşamakta olan ailelerden biri de Keloğlan ile anasıymış.Fakirlik adeta yazgılarıymış.Onca yıl, anası bu fakirlikten kurtulmak için çok uğraşmış, ama, bir türlü kurtulamamış.Keloğlan ne mi yaparmış?Birkaç keçi ile bir de eşeği varmış. işte her gün, gün doğarken eski püskü evinden çıkar, meralara, çayırlara uzanır, eşeği ve keçilerini bir güzel doyurduktan sonra, türkülerle, şarkılarla evine dönermiş.Keloğlan’ın arkadaşları, kendisini her gördükle rinde:

- Yaşlı kadının Keloğlan’ı, eşeğinin bile yoktur palanı, diyerek dalga geçerler, bir de kahkahalarla kendilerinden geçerlermiş.

Her keresinde, şikayet dilli olarak, bütün bunları anasına aktarınca, işittiği sözler ekseriya şöyle olur muş:

- A benim biricik oğulcuğum, ne yapalım? Bizim de kaderimiz böyleymiş. Gelen giden ne olsa söyler. İnsanların ağzı torba değil ki büzeyim. Üzme tatlı canını, hem de bu ihtiyar ananı.

Keloğlan, bu sözlere itiraz etmiş:

- Hayır ana, arkadaşlarımın lafları çok dokunu yor bana. Yarından tezi yok ineceğim kasabaya. iş bulacağım kendime, çok para kazanıp döneceğim evime. Görsünler neymiş Keloğlan...

Ne yapsın, ne desin anası:

- Peki oğlum, madem öyle düşündün. Bildiğin gibi yap, ama, beni de unutma. Yolun açık olsun.

Vurmuş kasabaya Keloğlan. Tuvalete gitmiş, bekçinin yerinde olmadığını görmüş. Fırsatı değerlendirmiş. Gelenlerden aldığı parayı cebine atmış. On beş kuruş, para kazanmış. Bir miktar yiyecek ve yün almış. Evine gelmiş.

- Ana, demiş, işte yiyecekler. Şu da yün. Eğir, çorap yap, satayım.

Şikayetlenmiş anası:

- Gözlerim görmez oldu Keloğlanım. Yapamam, anla beni.

Tabii, nihayet anası. Susmuş.

Hâlâ arkadaşları takılırlarmış.

- Yaşlı ködının Keloğlan’ı, eşeğinin bile yoktur palanı.

Bu gibi laflara, artık daha Fazla dayanamayan Keloğlan, ne yapıp edip, şu fakirlik belasından kurtulmaya yemin etmiş. Birçok plan, program yapmış, amma bunların hemen hepsi kocaman birer hayalmiş.

Bir akşam köyde bir düğün varmış.

Keloğlan anasından izin alıp düğüne gitmiş.

Bir delikanlı, elinde sazı çok güzel türküler söylermiş. Halk adeta keyfinden yerlere yatarmış. Türküler bitmiş, herkes delikanlıya bahşiş vermiş. Bir bohçayı dolduran delikanlı, bu türkülerin üstüne bir türkü da ha söylemiş.

Keloğlan, bayılmış bu işe.

Bu sazcı gibi saz çalıp türkü söylemeye heveslenmiş.

Böylece çok bahşiş atıp anası ile birlikte fukaralığa son vermek istermiş. Önce, bir saz gerekiyor tabii. Parası yokmuş ki, gidip bir saz alsın. Arkadaşı yokmuş ki ödünç istesin. Dedesinden kalma bir dut ağacı varmış. En kalın dalını kesmiş, götürmüş bir saz ustasına.

- Ustam, demiş, büyük hayır alırsın, bana bir saz yap, işte dut dalı.

- Önce para, önce para Keloğlan, diye söylenmiş adam.

- Yok, karşılığını vermiş bizimki.

- Öyleyse, benden de saz yok, hadi yaylan bakalım, diyerek, sözünü bağlamış adam.

Lakin, kafayı bir kere takmış ya Keloğlan, üstelemiş.

- Bir sazlık dal getireyim sana, olur mu?

- Hah demiş, kelini şimdi çalıştırdın, beni de razı ettin. Sazını üç gün sonra gel ol. Ama gelirken de bir sazlık dut dalı getirmeyi unutma, yoksa avucunu yalarsın.

Hoplaya zıplaya çıkıp gitmiş Keloğlan, şimdiden eline aldığı değneklerle saz çalma provaları yaparmış. Üç gün sonra, dut dalını da alıp saz ustasının dükkanına varmış. Ama saz çalmayı bilmediği için, yalvarmış.

- Ey ünlü sazcı, gel de bana acı. Budur derdimin ilacı, hem de başımın tacı. Kurbanın olam senin, şu sazı öğret...

Usta

- Ulan Keloğlan, iyi günüme denk geldin, illaki beni mecbur ettin... Otur bakayım şuraya, demiş ve tarif etmiş.

Saz çalmayı kısa sürede öğrenen Keloğlan, her sabah önüne kattığı keçileri ve eşeğiyle akşamlara kadar saz çalıp, türkü söylermiş. Tın tın tellere vurur, hop oturur hop zıplarmış.

Fakat henüz köylüleri, onun ne güzel saz çalıp, türkü söylediğini bilmezlermiş. Bu nedenle hep alay ederlermiş.

Keloğlan, böyle söyleyenlere şöyle dermiş:



Gülün ey insanlar siz gülün

Ne getireceği belli olmaz yarınki günün

Gülün ey insanlar siz gülün

İyi bir saz ustası olayım da görün.

Sabrın elinden ne kaçabilir!.



Keloğlan, artık yavaş yavaş düğünlere gitmeye, saz çalıp türkü söylemeye başlamış.

Hâlâ ciddiye almayanlar varmış. Onlara da şöyle demiş:

Alay etmeyin öyle benimle

işim olmaz artık sizinle

Sazımı alacağım bakın elime

Paraları atacaksınız cebime.



Yine kahkahalar, köyün semalarında dalgalanmış. Buna sinirlenen keloğlan, almış sazı eline, vurmuş yanık teline.



Ben bir garip Keloğlanım

Eşeğimin yok palanı

Varım yoğum doğruluktur

Hiç de sevmem ben yalanı.



Tabii, bir süre sonra bahşişler gelmeye başlamış. Cepleri almaz olmuş.

Doğru anasına koşmuş. Anası nasıl sevinmesin ki…

Böyle düğünlere gide gide, artık ünlü bir türkücü ve sazcı olmuş Keloğlan.

Anası bir gün,

- Ah Keloğlanım, görüyorsun artık perişanım, demiş. Gözlerim görmez, ellerim tutmaz oldu. Ocağımızda bir gelin olsa da, ben bir kenara çekilsem. Ha! Ne dersin dazlak kafalı oğlum?

Keloğlan acımış anasına.

- Benim öyle biri aklımda yok ana, senin varsa söyle, demiş.

Anası bir kızı önermiş:

- Küpçü Ali’nin kızı tam bize göre…

- Olmaz ana, diye karşı çıkmış oğlu, olmaz. Küpçü Ali çulsuzun biri. O dediğin kızı kendime karı, sana gelin yapmayacağım.

Anası, boynunu bükmüş:

- Ah saf oğlanım, vah Keloğlanım! Zengin kapısı bize açılmaz. Bırak bu ham hayali, görüyorsun işte bu halimi.

Ne yapsın Keloğlan, anasından geçememiş.

- Peki, sırf seni kırmamak için, ses çıkarmıyorum. Nasıl biliyorsan öyle olsun.

Kadıncağız belini tuta tuta gitmiş, Küpçü Ali’nin kapısını tıklatmış.

- Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kızını oğluma eş, kendime gelin yapmaya geldim, demiş.

Küpçü Ali, kötü kötü sırıtmış.

- Bak sen bizim Keloğlan’ın anasına. Var git işine be kadın. Yemeye ekmeğiniz yok, bir de gelmişsin kapıma kız istiyorsun.

Bu sözleri kapı aralığından dinleyen kız, çok üzülmüş. Çünkü bir düğünde saz çalıp türkü söylerken gördüğü Keloğlan’a aşıkmış. Ama, hiçbir şey diyememiş, çünkü babasından çok korkarmış.

Kadın, evine dönünce halinden anlamış oğlu ve konuşmuş.

- Ana ne bu halin, vermedi mi yoksa kızını Küpçü Ali?

Ağlamış ihtiyar kadın:

- Kovdu beni, sen önce yemeye ekmek bul, dedi.

Keloğlan, bu olaya üzülmemiş doğal olarak. Fakat, zenginlik neymiş, nasıl olurmuş, gösterecekmiş Küpçü Ali’ye.

Eşeğini çıkarmış ahırdan, sazını vurmuş omzuna, öpüp anasının ellerinden, duasını almış.

Eşeğine binip yollara düşmüş.

Tam Küpçü Ali’nin evinin önünden geçerken, bir türkü tutturmuş:



İyi dinle Küpçü Ali

Bugün günlerden salı

Hor gördün beni ve anamı

Anlayacaksın biraz bekle zamanı



Fakir deyip kızını vermedin

Güya kendince kibirlendin

Küçük gördün beni ve anamı

Anlayacaksın biraz bekle zamanı



Küpçü Ali, peşi sıra bakınıp homurdanırken, kızı, bostandan kederli kederli seyretmiş Keloğlan’ı. Bakakalmış öylece...

Köyünden çıkan Keloğlan, gitmiş gitmiş, eşeği yorulunca inmiş, yularından tutmuş, yolu çok uzakmış. Kimsenin bilemeyeceği kadar çok bir zaman yol almış. Yollarda görenler, “bir garip oğlan, kim bilir hali ne yaman, elinde var bir sazı, yüzünde görünüyor bir sızı derlermiş.

Haftalar mı desem, aylar mı, belki de yıllar mı; vara vara kocaman bir şehre ulaşmış Keloğlan.

Şehir mehir dememiş, zaten bağrı hasretten yanarmış, almış sazı eline, vurmuş garip garip teline, asılmış en güzel türküsüne. Bir sarayın önünden geçermiş ama, nereden geçtiğini bile bilmezmiş. Giderek sesi açılmış ve herkesi meraklandırmış.

Padişahın kızı, pencereye yanaşıp sesli sesli türkü söyleyen yabancıya dikkatle bakmış.

Şöyle bir türkü söylermiş o anda Keloğlan:



Kocakarı bir anam var,

Birkaç tavuk bir de inek,

Her gün konar kel kafama,

Evsiz kalmış birkaç sinek.



Keloğlanım budur özüm,

Haram malda yoktur gözüm,

Garip hakkı yiyenlere,

Elbet vardır birkaç sözüm.



İnce gönüllü, dünyalar güzeli prenses bayılmış, sanki kendinden geçmiş...

Hem de güneşin vurup ayna gibi parlattığı kel kafası, öyle hoşuna gitmiş ki, sorulmasın. Bir demet kırmızı gül atmış, o da Keloğlan’ın kel kafasına düşmüş.

Keloğlan, yukarı kaldırıp başını, bir de ne görsün?

Periler kadar güzel bir kız kendisine bakmıyor mu?

Üstelik, bir de el sallarmış. Utana sıkıla karşılık vermiş Keloğlan.

Prenses, pencereden çekilmiş.

- Galiba gündüz düşü gördüm, diye diye yürümüş de gitmiş Keloğlan. Bir zaman sokak aralarında dolaşmış, olmuş akşam. Nerede kalsın Keloğlan. Bulmuş bir han. Üç beş kuruşu varmış. Çorba içmiş, kendine gelmiş. Hep aklında prenses varmış, inadına çıkmazmış. “Ham hayal benimkisi”, diyerek, almış sazını eline, vurmuş garip garip teline.

Hancı çıkagelmiş:

- Ey yabancı oğlan, eli sazlı, gönlü yanık oğlan!..

Nedir bunca yolu tepmenin sebebi?

Aşık mısın? Kaçak mısın? Gezgin misin? Nesin? Diye sormuş.

Memnun olmuş bizimki:

- Sağolasın Hancı baba, ne sen sor, ne de ben söyleyeyim. Derdim çoktur, hangisini anlatayım? Gelir gelmez bir kor düştü içime, bir dert daha yüklendi garip gönlüme...”

Hancı bu çocuğu çok sevmiş, üstelik nedense acımış da. İyice deşmek istemiş derdini.

- Bir kıza mı aşık oldun ay Keloğlan? Halin pek yaman!

- He ya, Hancı baba, diye içlenmiş, fakat, boşuna bir aşk benimkisi.

Nedenini sormuş Hancı:

- Niye bu kadar ümitsizsin a be Keloğlan? Ümit olmadan yaşanmaz bilmez misin bunu?

Ne varsa aklında dökmüş ortaya Keloğlan:

- Saray penceresinden bana bakan kim olabilir Hancı baba? Olsa olsa bir prenses olur değil mi ya? Gül attı, düştü kel kafama, sandım ki bir peri kızı girdi rüyama...

Hancı hayretlere düşmüş:

- Vay be, olacak iş mi be yahu? Keloğlan, amma da şanslıymışsın ha, desene ki, prenses sana aşık oldu. Yoksa, o kimseye gül atmaz, ben çok iyi bilirim.

Yine ümitsiz konuşmuş Keloğlan:

- Kel kafam tuhafına gitmiştir be Hancı baba, ne aşık olması. Hem de bilemeden düşürmüştür gülü...

Hancı, merhametli biriymiş, şöyle demiş:

- Bu handa istediğin kadar kalabilirsin Keloğlan. Yemek de yiyebilirsin, yatabilirsin de. Bunları dert edinme, yüzü pak, gönlü ak oğlan...

Böyle birkaç zaman geçmiş.

Sarayın etrafında dönermiş Keloğlan, hemen her gün.

Prenses de, her keresinde onu izlermiş, pencere arkalarından, tabii ki kimselere sezdirmeden. Her izleyişinde biraz daha yanar kavrulurmuş. Fakat, tabii, koskoca bir padişah olan babası, şu yabancı, şu kel kafalı oğlana kız mı verirmiş? 0 yüzden prenses, pek umutsuzmuş... Bir Allah’ın kuluna hiçbir şey dememiş.

Bir keresinde Keloğlanla göz göze gelmiş. Sanki birbirlerine “seviyoruz”, demişler ikisi de.

Geceleri uyuyamıyormuş artık prenses.

Keloğlan, arada bir sazı alıp, hanın penceresini açar, prensese türküler yakarmış.

Sabahlara kadar, pencerelerde kalan Padişah kızı, neredeyse verem olacakmış.

Hâlâ hiç kimseye bir şey diyememiş prenses.

Şu dünyada ne olmadık işler olur, ne beklenmedik olaylar gelişir... Sapasağlam padişah, bir gün aniden ölüp gitmiş.

Prenses hem üzülmüş, hem sevinmiş.

Sarayda ve şehirde tam kırk gün yas tutulmuş.

Keloğlan artık iyiden iyiye ümitlenmeye başlamış, kızın gözlerinden de bunu anlamış. Eşeğinin sırtına binip, sazını eline almış, sarayı dört tarafından dolaşmış. Türküleri ile prensesi yine dertlendirmiş. Ama, saray görevlileri, Keloğlan’ı yaka paça tutup getirmişler

saraya.

Fakat yeni padişah henüz gelmemiş. Çünkü, şehzade, uzak bir seferdeymiş. Bu yüzden, mecburen Vezir’in huzuruna çıkarmışlar.

Vezir pek merhametli bir adammış.

- Nerelisin Keloğlan? Ne gezinip durursun sarayın çevresinde? Deli misin? Divane misin? Yoksa, bir bilinmez casus musun, diye sormuş.

Kel başını bir kaşımış, iki kaşımış, ağzını burnunu eğip bükmüş, nihayet cesarete gelmiş ve şöyle konuşmuş.

-İşte gördüğün gibiyim Vezir hazretleri. Uzaklardan, çok uzaklardan gelmiş bir garibim. Gördüğünüz gibi bir eşeğim, bir de sazımlayım. İş arıyorum, ne ki akla karayı seçtim, ama hala bulamıyorum.

Vezir

- Sen hangi işten anlarsın be çocuk?

Keloğlan:

- Çok güzel saz çalarım, çok güzel de türkü söylerim. Yetmez mi?

Vezir memnun olmuş:

- Öyleyse sana güzel bir iş çıktı Keloğlan.

Sultan Hanım, Padişah Efendimiz öleli beri ne gülüyor, ne konuşuyor. Seni, O’nu neşelendirmek için görevlendiriyorum. Becerirsen, çok büyük ödül alacaksın. Beceremezsen Cehennem Vadisi’ne atılırsın.

Keloğlan, hemen bir türkü söylemiş, Sultan Hanım’ı bir güzel neşelendirmiş.

Bütün bu konuşmaları ve türküyü dinleyen Prenses, sevinçten uçmuş. “Kısmet ayağıma geldi” demiş.

Bir akşam üstü, saray bahçesinde gezinen Prensesi gören Keloğlan, omzunda tuttuğu sazını almış eline, oturmuş bir ağacın dibine, bir türkü dillendirmiş

Bir eşeğim var, bir de sazım

Kendimden başkasına geçmez nazım

Çoktan beri açlıktan kokar ağzım

-Bana bir saray kızı lazım.

Keloğlan’ın kendisine naz yaptığını anlayan Prenses, beklemiş ki yanına gelsin, aşkını söylesin, evlenme teklif etsin. Nerede? Çünkü bizim garip oğlan, çok utangaçmış. Yanına bile yaklaşamamış.

Hizmetçi kızlardan birini el işaretiyle yanına çağıran Prenses:

- Git, şu Keloğlan’ı tut kolundan, al getir bana.

diye emir vermiş.

Keloğlan, utana sıkıla gelmiş:

- Buyursunlar Prensesim beni emretmişsiniz. İşte geldim.

Hizmetçi kıza git işareti yapmış Prenses, Keloğlanla biraz konuşmuş.

Sonra esas istemini söylemiş. Düşündüm taşındım seninle evlenmeye karar verdim. Kel kafan öyle güzel parlıyor ki. İçim açılıyor seyrettikçe. “Vezir, sana ne istediğini soracak. Prensesi istiyorum de...

Rüyalarda olduğunu sanmış Keloğlan. Bir ara şüphelenmiş kafasını bir ağaca vurmuş, rüyada olmadığını anlamış. Koşa koşa yürümüş, sarayın bir kapısından girip kaybolmuş.

Veziri çağırmış huzuruna:

- Söyle bakalım muradını Keloğlan, demiş, Sultan Hanım, artık iyi oldu. Bundan sonra sarayda kalmana gerek yok.

Dobra dobra mırıldanmış Keloğlan:

- Prensesle evlenmek istiyorum...

Sultan Hanım hiç itiraz etmemiş. Hemen düğün hazırlıklarına başlanmış.

Keloğlan, prensesi tek başına bir kenara çekmiş ve diyeceğini demiş.

- Ben seni köyüme götürürüm.

işte, bunu kabullenmemiş prenses. Hemen ret cevabı vermemiş, verememiş açıkçası:

- Güneş doğarken kararımı sana söylerim, demiş.

Sabaha kadar, ne cevap vereceğini düşünen prenses, inmiş havuz başına gün doğarken, kuşların sesine bayılmış, saçlarını da suya bakarak bir güzel taramış. Bu arada, Keloğlan, karşısına çıkmış. Kel kafası sabah güneşiyle ayna gibi parlarmış.

- De bana, demiş dobra dobra, benimle köyüme gelecek misin, gelmeyecek misin?”

- Ne manasız bir teklifin var senin Keloğlan, diye çıkışmış prenses. Hiç akıl yokmuş sende. Şu görkemli saray hayatı bırakılır da köye gidilir mi? El alem türkü yakar bana. Hem Sultan anam izin de vermez.

Boynunu büküp inlemiş Keloğlan:

- Bir garip anacığım var. Aklım hep O’ndadır. Ne yer, ne içer kaç senelerdir. Belki de ölmüştür.

Prenses, bu sözlerden sonra sarsılmış, bir acayip olmuş. Çoktan vazgeçecekmiş ama, Kel kafasının ışıltısını nasıl unuturmuş?. Hele o güzel türkülerini...

Yine kararsız kalmış prenses. Yarın sabah gün doğarken yine aynı yerde son kararını söyleyeceğini bildirip bir gölge gibi sessizce süzülüp gitmiş.

Keloğlan iki arada bir derede kalmış. Kafası atmış, o gece gizlice saraydan kaçacakmış. Fakat tam o esnada, bir ihtiyar belirmiş birden bire karşısında. Şöyle demiş:

- Hata yapma Keloğlan, sağdır anan acele etme, prensesin, bekle kararını.

Hayırlı ise olsun değilse bitsin, de...

Gece yarılarına kadar uyuyamayan prenses, vazgeçmemiş Keloğlan’dan. Gizlice kaçarsa, şehzade ağabeysinin peşinden geleceğinden korkmuş. Varıp Sultan annesini uyandırmış:

- Keloğlan, pek yaman, Sultan anne. Bir köye gidelim lafı tutturmuş, akşam sabah karga gibi ötüp duruyor. Ne ettim, ne dedimse de, burada kalmaya razı edemedim. Gönlüm gitmek ister, izin ver bana. Gün olur dönerim saraya...

Anası öyle ağlamış ki, gözyaşları sel olmuş:

- Sana mutluluklar dilerim sevgili kızım. Yeter ki sen saadetli bir ömür sür. Çok sıkılırsan, bırakır gelirsin, demiş.

Çok neşeli, çalgılı sazlı, bir düğün yapılmış, en çok sazı çalan, en güzel türküleri söyleyen de Keloğlan olmuş.

Almış prensesi yanına, düşmüş köyünün yollarına.

Eşeği ikisini birden götüremediği için yaya yürümüş

Keloğlan.

Yolda Prensesi görenler:

- Dünyanın sonu geldi galiba, hiç böylesini de görmemiştik, derlermiş. Nice dağları, sayısız köyleri, birçok kasabaları ine çıka geçip köye gelmişler.

Keloğlan’ı bir prensesle birlikte karşılayan anası, o kadar sevinmiş ki, ne yapacağını şaşırmış.

Bir zaman sonra anası ölmüş Keloğlan’ın.

Dünya bu. Neyin ne olacağı belli mi olur?

Dönmüşler tekrar saraya...

Darısı, muratsızların başına...


KELOĞLAN İLE NASRETTİN HOCA MASALI

Keloğlan kasabaya tavuk satmaya gitmiş. Pazara gelince elindeki iki tavuğa müşteri aramaya başlamış. Adamın biri tavuklara bir altın vermiş. Keloğlan bunu kabul etmemiş. ille de iki tavuğa iki altın isterim demiş. Keloğlan`ın tavukları bir altına vermediğini gören adam:

`Bak Keloğlan, bende bir define haritası var. Yalnızım, yaşlandım artık. Bu sebepten defineyi aramaya çıkamadım. Eskiden Zenginoğlu`nun konağında çalışırdım. Bu haritayı bana Zenginoğlu vermişti. iki tavuk benim olsun, harita senin olsun, defineyi ara bul, ömrünce mutlu ol` demiş. Keloğlan adama inanmış, değiş tokuş yapılmış. Keloğlan akşamüstü yorgun argın köyüne dönmüş. Anası:

`A benim kel oğlum, kabak oğlum. Hiç bu kağıt parçasına iki tavuk verilir mi? Sen tavukları satıp gaz, tuz alacaktın. Kandırmışlar seni. Şimdi karanlıkta otur, yemekleri tuzsuz ye de aklın başına gelsin` diyerek bağırıp çağırmış. Keloğlan oralı olmamış, aklı fikri definedeymiş. Sabahı zor etmiş, erkenden kalkmış. Anasına:

`Ana ben defineyi aramaya gidiyorum. Kışlık yiyecek hazırlamıştım. Varsın gaz olmasın, akşamları erken yatarsın. Varsın tuz olmasın, komşudan istersin. Defineyi bulursam, seni sultanlar gibi yaşatacağım` demiş. Anasının elini öpmüş. Keloğlan`ın kararlı olduğunu gören anası çaresiz fikir değiştirmiş. ` Güle güle git, Keloğlan. inşallah defineyi bulursun` diyerek Keloğlan`ı uğurlamış.

Keloğlan dağ-bayır aşmış, günlerce aramış, sonunda haritadaki kuyuyu bulmuş. Define bu kuyunun içindeymiş. Kuyuya attığı taş tak diye ses çıkarmış. Keloğlan kuyuda su olmadığını anlamış. Fakat geçen yıl köydeki kör kuyuya inen ve bir daha çıkamayan üç kişi aklına gelmiş. `Yanımda köyden getirdiğim ip var. Kuyunun kenarına bağlayıp insem ya ben de onlar gibi kuyudaki zehirli dumandan boğulur kalırsam halim nice olur, diye düşünceye dalmış. Evvela bana mert, sözünün eri, kuyudaki tehlikeyi ortadan kaldırabilecek bir yardımcı lazım. Böylesi de nerelerde bulunur, diye düşünürken aklına Nasrettin Hoca gelmiş. Tamam . demiş Hoca bu işin çaresini bulur.`

Az gitmiş uz gitmiş, sonunda Akşehir`e varmış. Sormuş, Nasrettin Hoca`nın evini göstermişler. Kapıyı çalmış. Nasrettin Hoca kapıyı açmış. ` Buyurun evladım` demiş,

`Ben Nasreddin Hoca`yım. Bir şey mi arzu etmiştiniz?`

`Hocam bizim köyde bana Keloğlan derler. Sizin önemli bir meselenin çözümüne yardımınızı rica edecektim. Beni dinlemek zahmetine katlanırsanız çok sevinirim.`

Hoca Keloğlan`ı evine buyur etmiş. Keloğlan define haritasına nasıl sahip olduğunu, anasına veda edip köyden ayrıldığını, haritadaki kuyuyu bulduğunu, kuyuya neden inemediğini anlatmış. `Eğer defineyi bulursak yarı yarıya paylaşırız, Hocam. Ne dersiniz? ` diyerek sözü bağlamış.

Nasrettin Hoca:

`Uzun süredir kullanılmayan veya etrafındaki toprak tabakasından içine zehirli hava sızan kuyularda, yeterli hava akımı olmadığı için, bu zehirli hava birikir. Eğer böyle kuyulara inilirse insanı zehirler, öldürür. Söylediğine göre kuyunun derinliği dokuz on metre varmış. Kuyunun çevresini kazıp genişletmek çok yorucu ve zahmetli, ikimiz başaramayız. Yardımcı bulmaya kalksak kulaktan kulağa yayılır, halk kuyunun başına dolar. Başka bir yol bulmalıyız Keloğlan. Sen bizde birkaç gün misafir kal, düşünüp hal çaresini bulurum. `

Nasreddin Hoca sonraki iki gün planlar yapmış, taslaklar çizmiş. Planları demirciye götürmüş. Bu aletlerin olanını vermesini, olmayanı çizime uygun olarak yapmasını tembihlemiş. Haftasına aletler hazır olmuş. iki eşeğin çektiği bir araba almış. Arabaya aletleri, yiyecek, içecek gibi ihtiyaçları koymuş. Karısıyla vedalaşıp eşeğine binmiş. Nasrettin Hoca eşeğiyle önde, Keloğlan arabayla arkada, yola koyulmuşlar. Günlerce süren zahmetli yolculuktan sonra definenin bulunduğu kuyuya varmışlar. Hoca kuyuyu incelemiş. Keloğlan ile birlikte demirciye yaptırmış oldukları büyük körüğü kuyunun yanına indirmişler. Yaklaşık on santim genişliğindeki borunun bir ucunu kuyunun dibine sallamışlar. Diğer ucunu körüğe takmışlar. Birlikte körüğe temiz hava basmaya başlamışlar. Yıllardır burada biriken durgun ve zehirli hava, temiz ve basınçlı havanın etkisiyle parçalanmaya, yavaşça yükselmeye, kuyudan çıkmaya başlamış. Körük her hava basışında kuyudaki zehirli hava oranı azalıyormuş. Bu işlem ertesi gün de devam etmiş. Üçüncü gün kuyunun temizlendiğine kanaat getirmişler. Yine de her şeyden emin olmak için Nasrettin Hoca arabada getirdiği bir kediyi çuvala koymuş. Çuvalı ipe bağlayıp kuyunun dibine sarkıtmış. Yarım saat sonra kediyi çıkardığında dipdiri olduğunu görmüş.

Keloğlan ipi beline bağlayıp kuyuya inmiş. Haritada belirtilen taşı çıkarmış. Taşın altındaki toprağı kazınca, sandığı bulmuş. Yanındaki diğer ipe sandığı bağlamış ve Hoca`ya kendisini çekmesi için seslenmiş. Keloğlan kuyudan çıkınca, Hoca ile sandığı yukarıya çekmişler. Sandığın kilidini kırıp, kapağını açınca, bir de ne görsünler: Çil çil altınlarla dolu değil miymiş sandığın içi, Çok sevinmişler. Hemen altınları paylaşmışlar. Ertesi gün, Nasrettin Hoca eşeğiyle Akşehir`e, Keloğlan arabayla köyüne doğru yola koyulmuşlar.

Keloğlan köyünde dillere destan bir konak yaptırmış. Hizmetçiler, uşaklar tutmuş. Tarlalar, bağlar, bahçeler satın almış. Anasıyla birlikte sultanlar gibi yaşamaya başlamış. Keloğlan`n görülmemiş zenginliği padişahın kulağına gitmiş. Ava çıktığı bir gün Keloğlan`ın konağına uğramış. Keloğlan padişaha hürmet göstermiş, en iyi şekilde ağırlamış. Gördüğü yakın ilgiden çok memnun kalan padişah, Keloğlan`ı gelecek ay kutlanacak bayram için, sarayına davet etmiş.

Bayram günü Keloğlan arabalar ve uşaklarla beraber saraya gitmiş. Eğlenceler sırasında padişahın dünya güzeli kızı Menekşe ile tanışmış ve aşık olmuş. Menekşe de Keloğlan`ı görür görmez sevmiş ve yanından ayrılmak istemiyormuş. Bayram eğlenceleri bittikten sonra Keloğlan konağına dönmüş. Anasına Menekşe Sultan`ı görür görmez aşık olduğunu, onsuz yapamayacağını söylemiş. Düşünmüşler, taşınmışlar, padişahtan Menekşe`yi istemeye karar vermişler. Daha sonra anasıyla gidip kızı istemişler. Padişah Menekşe`yi Keloğlan`a vermiş. Keloğlan konağına dönüp düğün hazırlıklarına başlamış. Bir taraftan da Nasreddin Hoca`ya haberciler gönderip, düğüne davet etmiş.

Nasrettin Hoca payına düşen altınlarla Akşehir`e döndükten sonra yoksulları, yetimleri, giydirip kuşatmış, parasının çoğunu hayır işlerinde kullanmış. Bir yandan da Keloğlan`ın köyünde konak yaptırdığını, uşaklar tutup, araziler satın alıp sultanlar gibi yaşamaya başladığını dost sohbetlerinde ve gelip giden yolculardan duyar, anlatlanlara sevinirmiş. Keloğlan`ın düğün haberini ve Menekşe Sultan ile evleneceğini duyunca keyfi pek yerine gelmiş. Hemen düğüne gitmek için hazırlıklara başlamış. Halılar, kürkler, ipek kumaşlar almış. Menekşe`ye küpe, kolye, gerdanlık gibi ziynet eşyaları almış. Ayrıca dört atın çektiği iki araba satın almış, iki tane de uşak tutmuş. En değerli elbiselerini, en gösterişli kürkünü giymiş. Karısıyla birlikte düğünden birkaç gün önce yola çıkmış. Nasrettin Hoca maiyetiyle birlikte gayetle şatafatlı bir şekilde saraya varmış. Keloğlan Hoca`yı kapıda karşılamış. Elini öpmüş. Sarılmışlar, hasretle kucaklaşmışlar. Düğün gününe kadar Hoca başından geçmiş nice olaylara ince espriler katarak anlatmış. Davetlilerin hoşça vakit geçirmelerine yardımcı olmuş. Sazlı, sözlü eğlenceler arasında Keloğlan ile Menekşe Sultan evlenmişler. Mutluluklarına diyecek yokmuş. Daha uzun yıllar mutlu ve bahtiyar olarak yaşamışlar.


KELOĞLAN ÇOCUK CİN MASALI

Keloğlan, oyun oynamayı çok severmiş. Fakat annesi bu kadar fazla oyun oynamasına çok öfkelenir, bağırır, çağırır, kimi vakit, güzelce sopa atarmış.

Akşamlardan bir akşammış.

Keloğlan mahalle arkadaşları ile bir oyuna dalmış. Oyunun adı bezirganbaşı imiş. O kadar kendilerini oyuna vermişler ki, tüm arkadaşları gibi bizim Keloğlan da zamanının nasıl geçtiğini bilmemiş. Yatsı vakti çoktan olmuş, hâlâ oyundalarmış.

Nihayet bir arkadaşları hatırlatma yapmış:Annelerimiz bize dayak atar. En iyisi dağılalım. Gece yarısı oldu neredeyse...

Bunun üzerine bütün oyuncular birbirlerine iyi akşamlar dileyerek evlerine dağılmış.

Keloğlan ise kalakalmış orta yerde, hem de karanlıkta. Çünkü evi çok uzaklardaymış. Bu yüzden tek başına gitmekten çok korkarmış.Şansına ay ışığı da yokmuş o gece.

Ne yapsın Keloğlan?

Korkulu vaziyette, karanlığın içine doğru yürümüş, ama neredeyse aklı uçacakmış, yerlere düşüp bayılacakmış, keşke bu kadar geç kalmasaymış, annesinin neler söyleyeceğini düşündükçe senedelermiş.

Gide gide bir dereye gelmiş. Ama, geceymiş ya, ortalık çok ıssızmış. Bir yandan da çakalların uğultusu ortalığı doldururmuş. Derenin biraz yukarısında çok geniş bir düzlük varmış. işte oradan kulağına çalgı sesleri gelmeye başlamış.

Acaba ne var bu vakitte orada, diyerek yürümüş.

Bir de ne görsün?

Çok sayıda cin ve orta yerde bir kadın. Kadın oynar, cinler alkış tutarmış. Çalgılar gümbür gümbür ötermiş. Ne yapacağını şaşıran Keloğlan kala kalmış olduğu yerde ve oyuna dalmış gitmiş. Hep(ten) unutmuş evine gideceğini, annesinin neler söyleyeceğini. bir sürü de söz işitip, sopa yiyeceğini.

Vakit gece yarısını çoktan geçmiş. Keloğlan mı? Yine kendinde değilmiş.

Bunca cinin arasında bir kadının işi neymiş?

Başlamış cinler de oynamaya.

Bizimkinin de oynayası gelmiş, ama aralarına karışmaktan korkarmış. Kendi kendisine, olduğu yerde dönmeye başlyamış, bir ara o kadar heyecanlanmış ki, birkaç takla atmış.

Birdenbire çalgı sesleri kesilmiş.

Cinler birer birer oyunu bırakıp oturmuşlar. Sonra da derin bir uykuya dalmışlar.

Ama, kadın uyumamış.Bir kenara çekilip sesli sesli ağlamaya başlamış. Buna bir mana verememiş Keloğlan. Yavaşça kadının yanına sokulmuş. Gayet içten bir dille derdini sormuş.

`Kimsin sen? Nasıl düştün cinlerin arasına?`

Adı Zarife imiş kadının. Kendisi gibi bir insan görünce çok esvinmiş, hatta şok geçirmiş, bir ara bayılmış. Sonra kendine gelmiş. şu hiç hoşlanmadığı cinlerden kurtulabileceğini düşünmüş. Keloğlan, biraz yüksek sesle konuşmaya başlayınca, hemen eliyle `sus` işareti yapmış. Kolundan tutarak Keloğlan`ı birlikte uzaklaşmışlar cinlerin yanından.

Daha biraz gitmeden aksilik olacak ya, cinlerden biri uyanmasın mı? Bakmış ki Zarife yok. Sinir tepesine vurmuş. Çünkü Zarife`ye aşıkmış.

ikide bir arkalarına bakarak yürüyen keloğlan ile Zarife, bir cinin peşleri sıra geldiğini görünce öyle korkmuşlar, öyle ürkmüşler ki, dilleri tutulmuş. Kadının aklına bir çare gelmiş. Keloğlan`ın kulağına eğilmiş, `Aman Keloğlan, şu cine yem olmayalım aman`.

`Ne yapalım` diye sormuş Keloğlan.

`Sen` demiş, `Çocuk cin gibi rol yap`.

`Eee...`

`Yaklaşınca `ey cin` de, `Zarife`yi ihtiyacına götürüyorum, az sonra döneceğiz` de, tamam mı Keloğlan`.

Cin iyiden iyiye yaklaşmış. Sıcak nefesi bile işitilirmiş.

Sesini sinek gibi incelten Keloğlan şöyle demiş:

`Ey uyanık cin, bize yaklaşma! Zarife`nin ihtiyacı var, birazdan döneceğiz`.

Cin, başka bir aksilik olmasın diye, hemen durmuş. Keyfi yerindeymiş. Çünkü, şimdi Zarife ile dönüşte gönlünce muhabbet edecekmiş. Böyle hayallere dalıp gitmiş. Beklemiş, beklemiş fakat hâlâ dönen olmamış. Şöyle birkaç defa seslenmiş. Ama hiç cevap alamamış. Çok sinirlenmiş. Hırsından kafasını ağaçlara vurmuş. Ne yapacağını şaşırmış.

`Heey arkadaşlar, yanıma gelin, Zarife`yi kaçırdılar. Hâlâ ne horulduyorsunuz`, diye bağırmış.

Tabii cinler, hemen uyanmış ve yanına gelmişler.

Gitmişler hızla, ama yakalayamamışlar bir türlü kaçanları.

Keloğlan Zarife ile birlikte evine gelmiş.

Anası, uyku uyuyamamış, gözleri yollarda kalmış. Bağırmaktan sesi kısılmış. Pek de sinirliymiş. Bir sürü laf etmiş. Üstelik yanındaki kadına da bir anlam verememiş. Tam kadına `Senin ne işin var burada` diye soracakken Zarife evvel davranıp şöyle demiş:

`Ey yaşlı ana, Keloğlan`a bir şey deme, çünkü beni cinlerin elinden kurtardı. O olmasaydı, ben şimdi hâlâ cinlerin elinde esir olacaktım. Neredeyse bir can borcum var. Ödülünü, bir şekilde vereceğim`.

Tabii, bu sözlerden kim hoşlanmaz!

`Hoş geldin kızım, safalar geldin hem. Şöyle buyur. Oturun hele,, Keloğlanım, yaman oğlanım, ne duruyorsun, sıcak süt getir ablana` diyerek ne kadar keyiflendiğini ortaya koymuş yaşlı kadın.

Zarife, birkaç gün misafir kalmış Keloğlanların evinde. Ama içi çok acımış, hallerini görünce. Yaşlı kadına demiş ki, `Ana müsaade edersen gitmeliyim artık. Ana dedim sana, çok iyilik ettin bana. Hem de Keloğlanı götürmeliyim.

Kadın: `Olmaz` diye itiraz etmiş.

Zarife, `Ama` demiş, `Ona ödül vermeliyim`.

Kadın, `Ne ödülü vereceksin` diye sormuş.

`Sürpriz olsun` demiş Zarife.

Kadın, `peki` demiş.

Keloğlan anasının elini öpmüş, sanki çok uzun zaman kalacakmış gibi.

`Hemen dön gel oğlum` demiş anası, gözlerimi yollarda koma.

Zarife ve Keloğlan, çıkmışlar yola. Konuşa konuşa gitmişler, gitmişler, bir konağın önüne gelmişler.

Konak, ama ne konakmış. Etrafı bağlık bahçelikmiş.

Ünlü bir beyinmiş bu konak.

Bey, konağın kapısında görünmüş. Bir sevinç narası atmış.

`Hoş geldin Zarife` demiş. Artık ümidimi büsbütün yitirmiştim.

Zarife beyin karısıymış.

Bey, Keloğlan`a bakmış. Sevmiş çocuğu. Zaten hiç çocukları olmadığı için, yıllardır bir evlatlık ararlarmış. `Buldum işte` demiş içinden.

Zarife Keloğlan`ı öve öve bitirememiş. Cinlerin elinden nasıl kendisini kurtardığını bir bir anlatmış.

Bey, `Ay tüysüz oğlan, gözleri ışıltılı oğlan, ne şen çocuksun sen. Kal bizimle istersen` demiş.

Hemen itiraz etmiş Keloğlan, `Olmaz beyim, bir anacığım var şu dünyada. Onu bırakamam kendi halinde. Kalır gözleri yollarda, izin ver beyim, hemen döneyim`.

Zarife bir başka yalvarmış, `Etme eyleme Keloğlan, hayatımı kurtaran oğlan. Biraz daha sabretsin ihtiyar anan. Görünce, götüreceğin hediyeleri, çok beğenecek vallahi inan`.

isteksizce başını sallamış Keloğlan, `olur` diye fısıldamış.

O sıralar, beyin düzenlediği bir `en güzel türkü yarışması` hazırlıkları son aşamaya gelmiş. Yalnız, bu yarışmaya sadece çocuklar katılabilirmiş.

Bey, Keloğlan`a gülümseyerek demiş ki, `Ay dazlak oğlan, sesi güzel oğlan, yakında bir türkü yarışması var, katıl oğlan`.

Olumsuz manada başını sallamış Keloğlan, `olmaz beyim beceremem` demiş.

Bey, `niçin` diye sormuş. `Ben çok utanırım, hem de sesim güzel değil` cevabını vermiş bizimki.

Bey, `Buluruz bir çaresini` demiş, `bir tek ölümün çaresi bulunmaz`.

Yine Zarife girmiş araya, `Senin için büyük fırsat olur keloğlan, çok büyük ödül alırsın.`

`Dedim ya hem utanırım, hem de sesime güvenemem` diye tekrarlamış Keloğlan.

Zarife, `Senin` demiş, `sesini güzelleştirecek bir yumurta biliyorum. Bir de neva otu yersen utangaçlığın da gider`.

Buna sevinmiş Keloğlan, `yumurta nerede neva otu nerede` diye merakla sormuş.

Zarife açıklamasını şöyle yapmış: `Yumurta Kaf Dağı`nda bir ağacın dallarından birinde. Neva otu ise yakınlarımızda.

Bey, `Peki hanım` demiş, `bu yumurtayı nasıl getirteceğiz?`

`Zümrüdü Anka kuşu ile` diye cevaplamış karısı.

Bey gülmüş, `Seninkisi masal be hanım` demiş, `Masaldan da masal. Kafdağı neresi? Hem Zümrüdü Anka Kuşu`nu nerede bulacaksın?`

`Sen o işi bana bırak` diyerek Keloğlan ile birlikte evden çıkmış Zarife. Bir zaman yürümüş gitmişler. Bir derenin kenarında durmuşlar, vakit geceymiş.

Cinler, yine davul zurna cümbüş yaparmış. Zarife, cinleri görünce `ne güzel eğleniyorsunuz, ne kadar keyiflisiniz` diye takılmış.

Cinler, Zarife`nin gelmesinden çok memnun kalmış. Uzun zamandır onun eksikliğini unutamadıklarını söylemişler.

Beklediği fırsatı değerlendirmiş Zarife: `Bana Zümrüdü Anka Kuşu`nu bulup getirirseniz, yeniden aranıza katılırım. Hiç sizden ayrılmam`.

Ouuu! Cinlerin daha yanında durulur mu? Bir sevinmişler, bir neşelenmişler ki, yedi dağın ardından duyulmuş naraları, mutluluk şarkıları.

En akıllıları olan cin: `Senin için biz Kaf Dağı`nı bile buraya getiririz. Yeter ki aramıza katıl` demiş.

Keloğlan aptal aptal bakarmış.

Kambur bir cin şöyle seslenmiş, `Ey Zümrüdü Anka her neredeysen çık gel kamburuma kon`.

Bir nefeslik zamanda Zümdürü Anka gelip cinin kamburuna konmuş.

Neler olup bittiğine mana veremeyen Keloğlan, şaşırıp kalmış.

Kambur cin, Zümrüdü Anka`ya seslenmiş, `Ey kuş, senin hemen gelmen ne hoş! Şu kadın bir emir verecek hemen koş!`

`Olur` demiş kuş.

Zümrüdü Anka`nın güzel gagasına bir öpücük konduran Zarife, `Bu Keloğlanla birlikte Kaf Dağı`na gideceksiniz. Bir ağacın dalında, gümüş bir yuva içinde kırmızı bir yumurta var. Onu alıp bana getireceksiniz`.

Zümrüdü Anka gayet memnun bir durumda, `Emriniz olur sultanım` diyerek Keloğlanı kanatlarına aldığı gibi ormanların üzerinden uçup gitmiş.

Onlar gidince, cinlerle Zarife sohbete başlamış. Maksadı yumurta getirilinceye kadar onları oyalayıp sonra da kaçmakmış.

Cinin biri merak etmiş, `Ne yapacaksın yumurtayı?`

`O yumurta en kötü sesleri bile pırıl pırıl açar. Bizim Keloğlan`ın `güzel türkü yarışması`na girmesi gerekiyor. Ama sesinin iyi olmadığını söyledi. Ben de o yüzden bu yumurtayı getirtiyorum işte`.

Onlar sohbet ede dursun, biz Zümrüdü Anka ile Keloğlan`ınne durumda olduklarını anlatalım.

Pek kısa zamanda Kaf Dağı`na varan Zümrüdü Anka ile Keloğlan, aradıkları ağacı ve o ağacın dalındaki gümüş yuvayı bulmuş ve kırmızı yumurtayı alıp yine çok kısa bir anda cinlerin yanına dönmüş.

Cinin biri, `Hadi bakalım Keloğlan` demiş, ilk türkünü bize söyle!

Zarife hemen aşağıdaki dereden bir neva otu bulup getirmesi için cinin birine rica etmiş.

Koşup giden cin neva otunu alıp gelmiş.

Önce neva yiyen, ardından da kırmızı yumurtayı içen Keloğlan`da utangaçlık kaybolmuş, hem de sesi çok harika olmuş. Kafasına estiği gibi bir türkü söylemiş. Cinler çok keyiflenmiş. O kadar ki, kendilerinden geçip yerlere serilmiş horul horul uyumuşlar. Yalnız bir tanesinin gözü açıkmış. Uyamamış, Zarife`yi gözetlemiş. Bunu anlayan Zarife, Keloğlan`a yavaşça şunları söylemiş: `Keloğlan, sen biraz yukarılara çık. Bir güzel türkü söyle. Bütün cinler senin yanına koşacak. Çünkü çok beğendiler. Ben de bu arada kaçarım. Onlar yine uyur. O arada sen de tüyersin. Ormanlığın üst tarafındaki düzlükte buluşuruz`.

Keloğlan `Hay hay bey hanımı` demiş.

Çıkmış biraz üst tarafa Keloğlan, elini kulağına vermiş asılmış türküye. O kadar şahane söylemiş ki uyumakta olan cinler Zarife`yi falan unutup, sesin çekiciliğine doğru koşmuşlar.

Türkü bitmiş, cinler geri dönmüş. Bir de bakmışlar ki kadın çoktan kayıplara karışmış.

Hiç bekler mi Keloğlan?

Tavşan gibi sıvışıp geçmiş ormanların arasından. Zarife ile buluşup konağa gelmişler.

Bey çok mutlu olmuş.

Güzel türkü yarışması başlamış.Çocuklar birbirinden güzel türküler söylemiş. Sıra Keloğlan`a gelmiş. Ama herkes alay edermiş. Çünkü kılığına bakarak iyi türkü söyleyemeyeceğine inanırlarmış.

Şöyle konuşurlarmış aralarında: `Şu kel kafalı çocuğu acaba ne diye sokmuşlar yarışmaya?`

`Bu çocukta ses ne gezer?`

`Galiba en kötüyü seçmek için bu keltoşu yarışmaya katmışlar`.

Keloğlan çıkmış meydanlara. Hiç utangaçlık göstermeden öyle güzel, öyle harika bir türkü söylemiş ki, dinleyenlerin tamamı elleri çatlayasıya alkışlamışlar, `bravo, aferin, müthiş ses` demişler.

Bu başarısından sonra Keloğlan, şöyle demiş: `izin verin artık, anama gideyim, bir tas sütünü içeyim, ellerinden öpeyim.`

Bey, başka türlü yalvarmış `Evladım yok, seni öz yavrumuz bileceğiz, istersen güzel bir kızla evlendireceğiz. Kal bizimle Keloğlan.”

`Olmaz` demiş Keloğlan. Ben anamı, kimselere değişmem.

ikne edemeyince, Keloğlan`a bir testi dolusu altın vermişler. Bir güzel öpüp sevip anasına göndermişler.

Anası, Keloğlan`ın bir testi altınla geldiğini görünce sevinçten düşüp bayılmış.

Neden sonra ayılmış.
Ana oğul, o günden sonra, fakirlik nedir hiç bilmemişler...

*





1 yorum: